Modern toplumun ilk adım köleliği sıfatıyla başlangıç olarak “sınav köleliği”ni bizler okul okumaya başladığımız ilköğretim sıralarından üniversite yıllarının sonuna, yani iş bulana dek -sözde toplum içindeki statümüzü kazanmak için- başarılı bir şekilde hayata geçirmenin gururuyla yaşamaktayız Türkiye gençliği olarak. Çalışmamalı mıyız ya da asıl özgürlük çalışmamakta mıdır ya da bu olayın temel problemini yok etmek ders çalışmamaktan mı geçiyor? Sorduğum bu sorulara içten içe verdiğimiz ve bilinçaltımıza işlenen cevaplar muhakkak ki birçoğumuzda benzer ve değişmezdir. Bizler seçimlerimizi yaparken yetenek, kabiliyet, istidatlara uygunluk kriterlerini göz önüne alarak mı seçimlerimizi yapıyoruz yahut bahsettiğim o çok önem arz eden “toplum içindeki statümüzü” kazanmak için yönlendirilip çoğu zaman kabiliyetlerimizin aksi yönde seçimlere mi zorlanıyoruz konjonktür tarafından? Bu seçimlerimizi yapmamızın ardından yıkımı kolay, yapımı ise bir hayli zor hatalar hâsıl oluyor aslında hem iç dünyamızda, hem iş dünyamızda.
İfade etme gayretinde olduğum konu psikolojik olarak aleni bir şekilde sınav köleliği diktesinin Türkiye öğrenci gençliğinde hangi şekillerde kalıcı etkiler bıraktığı ve ruhsal problemleri büyük oranda had safhaya ulaşmış yıkımları, enkazları arkasında bıraktığına dair… Hastalıklar diyoruz, bulaşıcı hastalık diyoruz, sizce öğrenciler tarafından yaşanılan bu süreç ve olgu da bir tür bulaşıcı hastalık ve günden güne yayılan bir virüs değil midir? Hem anne babalar, hem öğrenciler, hem de birçoğu aynı istikamette seyreden toplumumuz ve ülkemiz açısından… Geleceğimizi, kalifiye insan kaynağı ihtiyacımızı, işini seven ve severek ifa eden, gözleri parıldayan umutlu ve ümitli gençler ve toplum olmak yerine, karalar bağlamayı misyon biçen bir toplum olup çıkıyoruz bu sayede.
Diğer bir konu ise üniversiteye adım atılan ilk senede öğrencinin genel algısı, şaşkınlığı ve üniversite öğrencisinin kendi fikri hayatı hakkındaki değişim ivmesidir. Üniversite sınavında herhangi bir bölüme yerleşen öğrenci okula adımını attıktan sonra tamamen farklı bir dünya ile baş başa kalır. O zamana kadar okul onun için üniforma, ezber, dikte, korku, itaat, aşırı disiplin iken birden eskiye nispeten ve ülke şartlarının zirvesinde aşırı bir özgürlük tadıyor şaşkınlıkla. Saçına ve sakalına ya da istiklal marşını ezberleyip ezberlemediğine ya da sabah sırada haylazlık yapıp yapmadığına ya da derse geç girip girilmediğine ya da bazı üniversitelerde olduğu gibi derse devam eden bir öğrenci olup olmadığına bakılmıyor. Öğrenci bunun neticesinde görüldüğü gibi her şekilde sudan çıkmış balığa dönüyor. Çünkü her iki durum ve vaziyet birbirine çok zıt ve ters şeyler. Üniversite sırasına kadar baskıcı ifratlar üniversite hayatında çok büyük tefritlere yol açıyor. Birinde aşırı disiplin ve istibdat, diğerinde ise sınırları çizilmemiş bir özgürlük…
Bir başka konu ise öğrencinin üniversite sınavında “başarılı” olup bir yere yerleşmesi ve ardından onun çevresindeki insanların ona dair düşünce ve fikriyatının iyi ya da kötü yönde değişime uğramasıdır. Genellikle -üç aşağı beş yukarı- benzer ithamlar yapılır toplum ve özellikle yakın çevre tarafından. Örneğin “sonradan bu hale geldi” denir. Bu söz kendileri gibi davranmayan, eskisinden farklı düşünen, bazı şeyleri ancak ve ancak statükonun ona dayattığı şekilde üniversite hayatında düşünebilen ve değişime uğrayan gençlere ithaf edilir.
“Bu çocuk havalandı galiba” cümlesini çok sık duyarız. Bu ifadeyi iki şekilde ele alalım. Birincisi devlet – zekâ ve istidat ile ilgisi olmayan – bir sınav yapıyor. Bunun neticesinde ise sınavda istenilen derslere yeterince çalışmadığından dolayı biri başarısız sayılıyor, yanındaki sıra arkadaşı ise başarılı kabul edilerek daha iyi bir üniversiteye gidiyor. Bu süreçlerden geçen gençlerin çoğu aşağılık psikolojisine girerken, söylemleri de doğal olarak havalandı gibi sözcüklere dökülüyor. İkincisi ise aslında iyi bir üniversite ve gelecek vaat eden bir bölüme yerleşen üniversite öğrencisi hakkında “eğer oraya gittiyse, onunla kelam edilmez” gibi bir önyargıyla zaten bunu söylemekten geri durulmuyor. Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Eminim ki sizin aklınızda da şu anda size atfedilen bu manada birçok önyargılı cümleler canlanmıştır.
Aslında normal olan bir öğrencinin üniversiteye adımını attıktan sonra düşünce dünyasının değişebileceği, fikri bazda bazı düşünceleri sorgulayıp bunlar hakkında daha detaylı araştırmalar yapabileceği, yıllar geçtikçe doğal olan olgunlaşma sürecini yaşayacağı aşikâr ve muhakkaktır. Geçmişten süregelen tek tipleştirme, tek bir kalıp üzerine yetişme, düşünmeyi ötekileştirme gibi toplumun genelini kuşatmış geleneksel yaklaşımları kolay kolay terk edemediklerinden olayı bu gibi önyargılı düşünceleri benimsiyorlar, dillendiriyorlar.
12 sene zorunlu eğitim içerisinde ve hemen sonrasında da daha fazla büyüyerek devam eden ve yaşanılan bu traji-komik olaylar zinciri ülkemiz insanlarını bir süre sonra ehliyetsiz, ehil olmaktan yoksun ve bireysel ve toplumsal bazda mutlu ve umutlu olmaktan alıkoyan bir halete büründürüyor. Genel olarak bu durumun çözümü ise ilk başta kişinin kendi iç dünyasından başlayarak ebeveynler, öğrenim görülen okullardaki eğitimciler, bilhassa ilköğretim eğitimcileri ve en sonunda bu gidişatın stratejilerini belirleyen devlet büyüklerine ve özellikle hükümetlere büyük görev düşüyor. Aslında hükümetten ve devletten beklenilen değişimin ilk başta hususan kendi iç dünyamızda ve aile içinde başlaması gerektiğini unutmamalı ve bu hususta bunu hayat düsturu haline getirmeliyiz ki toplumdaki değişimlere ayak uydurmak zorunda kalan bir devlet meydana gelsin. Yapacağımız icraatların ve atacağımız adımların bu doğrultuda olması temennisi, ümidi ve duası ile.