Ünsiyetin ne belalı bir şey olduğunu çoğu kez fark ederiz, tevehhüm-i ebediyete dokunan kavuşmaların sonunda. Yüzü görmekle başlayan tanışma sonraları diğer uzuvlara, hallere doğru genişler. Yüzünü gördüğümüz birini daha sonra ellerinden tanıyabiliriz. Sonra bize dokunuşundan ve bir süre sonra ayak sesinden fark ederiz ki, bu kişi TANIDIK olmuştur bize. Bu sıradan hallerin, özel bir tanımaya dönüşmesi tanıdığımızın yüzüyle o hal arasında kurduğumuz ilişkiyledir. Tanıdık bir elin dokunduğu sıradan bir taş artık tanıdık bir eşya olarak bize bir yüzü hatırlatır, Peygamberden (ASM) haber veren hacerü’l esved gibi. Mıknatısın temas ettiği metallere mıknatıslık özelliğinden bir şeyler bırakması gibidir aslında bütün bu tanıma halleri. Bazılarının çok kısa sürse de geçip giden hatıralar gibi bu özelliği, ancak ünsiyetin mıknatıs etkisinin neredeyse yüzün kendisi diyebileceğimiz kadar etkilediği her bakışında ünsiyete yeniden kapıldığımız bir uzuvdur; gözler.
İnsan olarak içine doğduğumuz, içimize doğmasıyla insan olduğumuz bu ünsiyet halleri, zührede sert geçen bir mevsimin adıdır aynı zamanda. Kelimelere tanıdık olabiliriz, şiire, sözlere, kokuya, hatta bir kıvama tanıdık olabiliriz ama bunların en tehlikelisi gözlere ve gözlerin içinde de kendi gözümüze yakınlığımız. Gözümüz gibi baktığımız, gözümüzden sakındığımız, sakındıkça çöp batmasından korkup sakınmayı artırdığımız bu belalı yakınlığı, uzağı izlerken bir kez daha hissediyorum. Gözlerim bir deniz fenerine yaklaşan martıya takıldığında elim alnıma dokunmadan cesaret bulamıyorum bakmaya. Güneş ışığı manzaraya bir tehdit, bense tahdit ediyorum elimi siper yaparak gözlerime. Ancak bir soruyu sormamız gerek burada, Manzarayı Kaçırmama Refleksiyle koruduğumuz görüntü mü, yoksa göz mü?
Bir süre bir toplulukta durmayagörelim hemen bağlar kurmaya başlarız. Önce mekanla ve insanlarla, sonra rutinler ve ritüellerle ve sonunda fikirlerle ki en tehlikelisi budur. Fikir ile fikrin edinildiği kitap arasında görüntü ile göz arasındaki ilişki vardır. Görüntüyle gözün sıkı determinizmi zamanla birinin uğruna diğerinde taassuba götürür bizi. Ve tercihi göz lehine örer ünsiyetin ipleri.
Manzarayı görebilmek (hıfzetmek, korumak) için göze bir sınır belirlememiz gerekir, mesela ellerimizle Güneşe karşı. Anlamı korumak için de kitaba sınır getirmemiz böyledir. Bağlarımız nispetinde sınırlar. Yayınevi, sayfa dizaynı, yazı stili gibi çok sathi bağlardan tutun; literatürü red, etimolojiye çeşitli savunmalar üretmek gibi anlamı kitap içinde boğan bağlara kadar… bağlara mahkum ettiğimiz anlam, elimizin altında izlediğimiz manzara gibi, seyirlik bir tarafları bulunsa da denizin çok uzağındadır.
Kavramları, özellikle belli bir eserde okuduğumuz kavramları (mesela Risale-i Nur’da geçen bir kavram, kaldı ki ilk defa bir eserde geçmiş olması o kavramı o esere mahkum etmez) böyle çok bağların içinde bırakıyoruz. Ellerimizin görüntüyü korumaktan öte, gözün hassaslığına halel gelmemesine çalıştığını görmeden, anlamı koruyacağız diye kitabı korumaya çalıştığımızı da fark edemeyeceğiz. Kelimelerle kurulmuş bir hazine olan İslam geleneğini, fikirlerin hendesesi olan edebiyatı, üstelik bunlara kitaptan savunmalar getirmeye uğraşarak, elimizin dışına itip göze zararlı bir güneş ışını gibi gördükçe, avucumuzun kabiliyeti nisbetinde bir seyre razı olmamız gerek.
Hâl bu ki; mahrum kalacağız Güneş’in üç yansımasından:
1- Tüm çiçeklere (Külli ve umumi bir tecelli)
2- Çiçekler içinde bir nev’e (Has bir tecelli)
3- Nev içinde bir şahsa (Cüz’î bir tecelli)
Çiçek, gül, bir gül olarak tarif edebileceğimiz ünsiyetin bu üç haliyle bakarsak kelimeye gözümüz gibi koruduğumuz bağların mahkumiyetinden kurtarabiliriz. Önce tüm literatür içinde, sonra İslam geleneği içinde ve en hususi Risale-i Nur içinde kavramın anlamlarını göz önüne almak. Sonuçta kelime bizim kelimemiz ama ünsiyete kapılmadan…