Asrın idrâkine söyletil(mey)en sabır

Asrın idrâkine söyletil(mey)en sabır

BEDİÜZZAMAN’IN TALEBELERİ tarafından 1950’den sonra telif edilen Tarihçe-i Hayat isimli eserde yer alan ve yaygın olarak kabul edilen bir yoruma göre Mehmet Âkif Ersoy’un “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmıbeytinde ifade ettiği arzusu Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u ile hayat bulmuştur.[1] Tarihçe-i Hayat’ın Bediüzzaman tarafından tashih edilmiş olması ve Âkif’i “yaşadığı dönemden ve özel şartlardan kopararak sırf, büyük fikir adamı, şahsiyet abidesi bir ahlâkçı, idealist ve gözlemleri kuvvetli bir sosyal tenkitçi[2] olarak görmenin bir neticesi olan popüler Âkif hayranlığı, bu yorumun tenkid süzgecinden geçirilmeden kabul edilmesinde önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.

Oysa bu yorum, Âkif’in genel olarak düşünce dünyasındaki ve özel olarak bu beytindeki problemlerden sarfınazar etme sonucunu doğurduğu gibi, Bediüzzaman ve Âkif arasındaki düşünce farklılıklarını görmeyi de önemli ölçüde engelliyor. Ahlâka dair izahlarından, bir düşünürün yaşadığı dönemin icbarlarını mı yoksa kadim kaynakları mı temel referans aldığı bir ölçüde bilinebilir. Modernleşme dönemi Osmanlı düşünürlerinden bir kısmının en temel hususiyetlerinden birisi, temel ahlâk kavramlarını modern dönemin icbarları ve oryantalistik dile muvafık bir şekilde yeniden tanımlamaları ve hiyerarşilerini değiştirmeleridir.[3]

Bu yazıda Bediüzzaman ve Âkif arasındaki düşünce farklılıklarına temel ahlâk kavramlarından biri olan “sabır” üzerinden işaret etmeye çalışacağım. Böylece Bediüzzaman’ın modern dönemde farklı tanımlara konu olan sabır kavramına yaklaşımından “‘İslâmcılık’ başlığı altında toplanan, çok farklı renkler taşımakla birlikte son tahlilde ‘hamiyet-i diniye’de ortaklaşan teşebbüsler ve düşünceler kümesi içinde nereye tekabül ettiği; kime daha yakın, kime daha uzak durduğu[4] daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Özellikle içtimai meselelerde bir çok ortak görüşleri olmakla birlikte, Bediüzzaman ve Âkif arasında zihniyet farklılıklarının olması hayat hikayelerine baktığımızda anlaşılabilir bir durumdur. Mektep mezunu olan Âkif ile medrese eğitimi alan Bediüzzaman’ın aynı zihniyetlere sahip olmasını beklemek eşyanın tabiatına aykırı olur. Âkif’in özel olarak medrese dersleri okuması, mektepte aldığı eğitimin tesirini büsbütün ortadan kaldırdığını söylemek mümkün değildir. “İslâm Modernizmi ve Âkif’e Dair Birkaç Not” başlıklı makalesinde İsmail Kara, Âkif’in İslâmcılık düşüncesi içindeki yerini tespit etmeye çalışır. Yukarıda iktibas ettiğimiz beyitler için şu ifadeleri kullanır: “Bu beyitlere sığdırılan anlamlar ve serpiştirilen kelimeler, ilk bakışta/ilk duyuşta anlaşılanlardan çok daha farklı ve derin, aynı zamanda problemli anlamlar ve kelimelerdir.[5] Bu beyitlerdeki problemleri görebilmek için Âkif’in düşünce dünyasına sabır kavramı üzerinden daha yakından bakalım. Sabrı şu şekilde izah eder Âkif:

Yanlış anladığımız hakayıkdan biri de sabır. Biz zannediyoruz ki sabır mezellete tahammüldür. Halbuki sabır katlanmak değil, şedâid-i hayata göğüs germektir.

İyi ama sabır nedir ? Heyhat! Biz müslümanlar sabır kelime-i kudsiyesinin medlûlüne sahip olmak şöyle dursun vâkıf bile değiliz! Evet sabır lafzı anıldığı gibi zihnimizi meskenete, mezellete yakın bir mefhum kaplar. Bize göre sabır suret-i mutlakada ‘katlanmak’ demektir. Neye katlanmak? Her şeye… Daha doğrusu katlanılmayacak şeylere! Meselâ zelil olmaya, hakaret görmeye, döğülmeye, söğülmeye, hülasa şeref-i insaniyetimizi lekeleyecek musibetlerin hepsine. (…) Aman ya Rabbi! Kur’an ne söylüyor, biz ne anlıyoruz! Sabır katlanmak değil, göğüs germek demektir. Neye göğüs germek? Evet sonunda katlanılmayacak acılara katlanmak ıztırarına mahkum olmamak için, önceden her türlü şedâide, her türlü mezâhime merdcesine, insancasına göğüs germek. (…) Allah yolunda, hak yolunda, din uğrunda, millet uğrunda rahatını, uykusunu, malını, canını feda edivermek yok mu? İşte sabır budur. Yoksa bu fedakârlıkların semtine yanaşmayarak miskin miskin oturmak; sonra da hissesine düşecek rüsvalığa ‘Kader böyle imiş! Tahammül etmeli’ diye hazma çalışmak hiçbir zaman sabır ile telif olunamaz. (…) Ne hacet! Zemahşerî gibi ekâbir-i müfessirin, sabra tekâlif-i şer’iyeyi hakkıyla ede etmek mânasını veriyorlar (…) Şeriatın en birinci teklifi ilim değil midir? (…) İşte sabır demek ulûm-i nâfi’ayı tahsil için her türlü sıkıntıya tahammül etmek demektir.[6]

Âkif’in bu kavrama getirdiği tanımı tek taraflı ve indirgemeci bulan İsmail Kara şu değerlendirmeleri yapar:

Akif’in burada aktivist bir insan, toplum ve ahlâk peşinde olduğunda şüphe yok (…) İçinde bulunduğu şartlar ve düşündüğü çözümlerin istikametleri hesaba katıldığında bu yöneliş anlaşılabilir de. Fakat bu yönelişin aynı zamanda “yeni”, problemli ve ciddi tenkitlere açık yorumları da beraberinde getirdiği meselesi ihmal edildiğinde hadisenin yalnızca bir yönü anlaşılmış olacak, belki daha da önemlisi modernist temayüllerin klasik kaynaklarla (dolayısıyla bir insan ve dünya tasavvuruyla) bağları ve bu bağların dereceleri/hiyerarşileri, inkıta noktaları ve mesafeler önemsizleşecektir. Halbuki herhangi bir “yeni” yorum fantezi veya bidat değilse ancak kendi din ve kültür dairesinden güç devşirerek, onlarla irtibatını –gevşeterek değil– sağlamlaştırarak yeniliğini ortaya koyabilir ve kendisini duyabilecek kulaklar/toplumsal karşılık bulabilir (…) En azından tek taraflı sabır tanımı problemin ve müşkilin hacmini görmek için açık bir örnektir. Sabır ve tevekkül kavramlarının buralara indirgenmesi veya kavramların diğer önemli yönlerinin (meselâ sabrın aynı zamanda kötü ve olumsuz hallere katlanmak olduğunun; tevekkülün de Allah’ın iradesine teslim olmayı, kadere rıza vermeyi de içerdiğinin) tamamen ihmal ve reddedilmesi, ancak İslâm modernizminin kurtuluş ideolojisine paralel olarak “İslamî” ilke ve kavramları dönüştürmesi, ahlâkî ıstılahların hiyerarşilerinin farklılaştırması çerçevesinde doğru anlaşılabilir.[7]

İsmail Kara, İslâm modernizminin ahlâkla alakalı kavramları nasıl eğip büktüğünü daha anlaşılır kılmak için ise Kınalızâde’nin Ahlâk-ı Alaî’sinde geçen sabır tanımını aktarır:

Amma sabır oldu ki nefs hevâya meyl etmeyüb esbâb-ı hevâya mukavemet ve müdafa’at itmeğe kâdir ola, ta ki lezzât-i kabîha –ki müeddasi zillet ve fazîhadır– andan sâdır olmaya. Pûşîde olmaya ki sabır iki nev’dir. Birisi sabr ani’l-me’asî ve’l-esâm-dir yani nefs-i emmâre ve şeyâtîn-ı mekkâre me’âsî ve esâm tarafına davet idicek kuvvet-i musabêret ve takva ile def’ eyleyüb râh-ı râstdan çıkmaya. Bu makamde tarif olan sabır budur. Ve nev’-i sâni sabr ale’l-mesâib ve’l-belâyâdır yani nefse mekrûhı olan nesne –ki belâ vü mihnet ve fırak u musibettir– müteveccih oldukda ceze’-i kabîh itmeyüb tahammül ide. Ve ekser avam arasında sabr bu mânaya istimal olunur. Ve iki nev’ dahi makbul ve memdüh bel(ki) vâcib ve mefrûzdur.[8]

İsmail Kara’nın “Hiç değilse bu konuda muasırı birçok Müslüman aydın gibi sekülarizmin tam merkezinden konuşuyor[9] dediği Âkif’in aksine Bediüzzaman’ın sabır tanımı onun “klasik kaynaklarla ve kadim-din dünya tasavvuruyla” irtibatının daha muhkem olduğunu gösteriyor:

Dördüncü sualiniz: اِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ de hikmet ve gaye nedir?

Elcevap: Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak vücud-ı eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertip vazetmiş. Sabırsız adam teennî ile hareket etmediği için basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır, maksut damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkülâtın anahtarıdır kiاَلْحَرِيصُ خَاۤئِبٌ خَاسِر * وَالصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ durub-ı emsal hükmüne geçmiştir. Demek Cenâb-ı Hakk’ın inâyet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünkü sabır üçtür:

Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır; اِنَّ اللهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki tevekkül ve teslimdir. اِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ – وَاللهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’âlini tenkit ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar.

Evet, musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zayıf insan ağlar. Fakat şekva Ona olmalı; Ondan olmamalı. Hazret-i Yakup aleyhisselâmın اِنَّمَاۤ اَشْكُوا بَثِّى وَحُزْنِى اِلَى اللهِ demesi gibi olmalı. Yani musibeti Allah’a şekva etmeli yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi “Eyvah! Of!” deyip “Ben ne ettim ki bu başıma geldi?” diyerek âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.

Üçüncü sabır: İbadet üzerine sabırdır ki şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor, en büyük makam olan ubûdiyet-i kâmile cânibine sevk ediyor.[10]

Sabır kavramına getirdiği izahla Bediüzzaman, Âkif gibi İslâmı asrın idrâkine söyletmiyor; sabrın anlamını içinde bulunduğu şartların icbarıyla eğip bükmüyor. Zira Metin Karabaşoğlu’nun ifade ettiği gibi, onun düşüncesinin aslî referans çerçevesini Kur’an ve sünnet ve esmâ-i hüsnâ tefekkürü oluşturuyor.[11] Aynı devrin insanları olmalarına rağmen, Bediüzzaman’ın Âkif’le değil de, Kınalızâde ve İmam-ı Gazali gibi âlimlerle birebir benzeyen bir sabır tanımına sahip olması da bunun bir örneğidir. Öyle ise Risale-i Nur’u başta iktibas ettiğimiz beyitte ifade edilen arzunun bir tahakkuku olarak görme fikrini gözden geçirmenin zamanı geldi, belki de geçiyor. Bediüzzaman’ın gerek kadîm ahlâk anlayışına dair yaptığı izahlar gerekse tasavvuf ve tarikatlara yöneltilen tenkitlere verdiği cevaplar, onu devrin birçok İslamcısından ayrı değerlendirmeyi gerekli kılar. Yazıyı İsmail Kara’nın şu sorularıyla bitirelim:

İnsanoğlu “doğrudan doğruya” (irtibatları kopuk olarak) Kur’an’dan veya bir metinden ilham almaya istidatlı bir varlık mıdır yani insan hafızasını ve nâtıkasını bir tarafa itebilir/bastırabilir ve bu “boş” kafayla herhangi bir şeyi, bir metni anlayabilir mi? Asrın idrâki ne demek oluyor ki ona İslâm söyletilecek ve söyletilebilirse eğer iyi olacaktır? Asrın idrâki acaba İslâmı/dini ağzına almak ister mi?[12]


[1] Tarihçe-i Hayat ve diğer bazı örnekler için bkz. http://www.erisale.com/#content.tr.14.203, https://sorularlarisale.com/mehmed-akif-ersoyun-ustad-bediuzzaman-said-nursi-ve-risaleler-hakkinda-ya-da-ustadin-mehmet-akif-hakkinda-yorumu-var, https://www.yeniasya.com.tr/gundem/akif-in-ideali-risale-i-nur-la-tahakkuk-etti_389295, https://www.iikv.org/s/baskanin-mesaji, (Erişim tarihi: 9 Ağustos 2020).

[2] İsmail Kara, “İslâm Modernizmi ve Akif’e Dair Birkaç Not”, Din ile Modernleşme Arasında, İstanbul, Dergâh, 2016, s. 193.

[3] İsmail Kara, “İslamcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri”, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm 1, İstanbul, Dergâh, 2017, s. 375-376.

[4] Metin Karabaşoğlu, “Bediüzzaman İslamcı mıydı?”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi-Sempozyum Tebliğleri, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 2013, s. 241.

[5] Karabaşoğlu, “Bediüzzaman İslamcı mıydı?”, s. 194.

[6] Mehmed Akif, “Tefsir-i Şerif”, Sebilürreşad, IX/223, s. 261-62, aktaran: İsmail Kara, “İslâm Modernizmi ve Akif’e Dair Birkaç Not”, Din ile Modernleşme Arasında, İstanbul, Dergâh, 2016, s. 197.

[7] Kara, “İslâm Modernizmi ve Akif’e Dair Birkaç Not”, s. 198.

[8] Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî, Bulak 1284 (1. Kitap), s. 59-60, aktaran: İsmail Kara, “İslâm Modernizmi ve Akif’e Dair Birkaç Not”, Din ile Modernleşme Arasında, İstanbul, Dergâh, 2016, s. 199.

[9] Kara, “İslâm Modernizmi ve Akif’e Dair Birkaç Not”, s. 201.

[10] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 23. Mektup.

[11] Karabaşoğlu, “Bediüzzaman İslamcı mıydı?”, s. 241.

[12] İsmail Kara, “İslamcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri”, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm 1, İstanbul, Dergâh, 2017, s. 383.

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.