Hayat bir yolculuk… Hem maddî hem de manevî açıdan bu böyle. Maddî olarak pek çok yerlere girip çıktığımız ve bir tek yerde durmadığımız gibi, manevî boyutta da pek çok fikir ve duygu arasında gider geliriz. Zamanla bedenin gelişmesi gibi fikirler de zaman içinde gelişir, serpilir ve kemâle erer.
İşte Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de varlığın gayesi meselesine dair fikrî bir serüvenini Mektubât isimli kitabında bizlerle paylaşır:
“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin, masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler, nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için, feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya sofestaî olur veya ihtiyar ve ilm-i Sânii inkâr eder veya Halık’a ‘mucib-i bizzat’ der.”
İnsanlığın bilim ve fen cihetiyle çabalaması neticesinde edindiği meyveler yok mu? Var. Ama sonuç? Ne ölüme ne ayrılığa ne acizliğe çare bulunabiliyor. Temel insanî meseleler hâlâ olduğu gibi ortada duruyor. İnsanı aşan bir merci lazım; ölmeyen, sönmeyen, bitmeyen. Aksi takdirde ölümlü insan(lık) boyutunda kalan her çaba en nihayetinde abesiyete mahkûm. Bunu fark eden “feylesofların ileri gidenleri” yoldan çıkıyorlar. Geride kalan filozofların ise öyle bir derdi olamıyor.
O yüzden bu hikmet bize teorik ve pratik bazı faydalar sağlasa da, en nihayetinde hiçliğe gider sonucuna ulaşıyor Üstad. Peki, bu sonuca ulaştıktan sonra ne oluyor?
“İşte o zaman, rahmet-i İlâhiye Hakîm ismini imdadıma gönderdi; bana da masnuatın büyük gayelerini gösterdi. Yani her bir masnu öyle bir mektub-ı Rabbânîdir ki umum zîşuur onu mütalâa eder.”
Allah’tan gelen Hakîm isminin inayeti sayesinde bu boşluk, bu hiçlik aşılıyor. Varlıkların aslında okunması gereken bir mesaj, bir mektup olduğu idrak ediliyor. Bu amaç için yaratılan sayısız insan, cin, melek ve ruhanî gibi şuur sahipleri de sürekli olarak bu mektupları mütalaa ediyor. Böylece yaratılışın hikmeti açığa çıkarılıyor. Ama mesele bitmiyor…
“Şu gaye bir sene bana kâfi geldi. Sonra san’attaki harikalar inkişaf etti; o gaye kâfi gelmemeye başladı. Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi. Yani, her bir masnuun en mühim gayeleri Sâniine bakar; O’nun kemâlât-ı san’atını ve nukuş-ı esmâsını ve murassaât-ı hikmetini ve hedâyâ-yı rahmetini O’nun nazarına arz etmek ve cemâl ve kemâline bir âyine olmaktır, bildim.”
Yaratılan Yaratan’ın sanatını tamamen kavrayabilir mi? Mümkün değil. Zaten öyle olsa yaratılan da –haşa– Yaratıcı seviyesine çıkardı. Çünkü bir şeyi mutlak olarak ihata etmek sadece Halık’a has bir keyfiyettir. O halde yaratılanlar aciz. Aciz oldukları için sanattaki harikalara da tam anlamıyla nüfuz edemiyorlar. Ancak kabiliyetleri miktarınca görüp gösterebiliyorlar. Peki geri kalan incelikler ne oluyor? Onlar boşu boşuna mı yaratılmış oluyorlar? Tabii ki hayır. Burada da yeni bir hikmete ulaşıyor Bediüzzaman hazretleri. Halık’ın aslında mahlûkatını önce kendisi için yarattığını idrak ediyor. Bütün o masraf, incelik, çokluk, değişim, dönüşüm… aslında hepsi önce Sâni’in nazarına arz oluyor. Sâni, kendi kemâlini kendine mahsus bir sürûr ile seyrediyor.
Ama enteresandır, bu kadar kesin ve keskin bir idrake ulaştıktan sonra Üstadın dünyasında mesele hâlâ tam olarak hallolmuyor…
“Şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi. Sonra san’at ve icad-ı eşyadaki hayretengiz faaliyet içinde, gayet derecede sür’atli tağyir ve tebdildeki mu’cizât-ı kudret ve şuûnât-ı rububiyet göründü. O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı. Belki şu gaye kadar büyük bir muktazî ve dâi dahi lâzımdır, bildim.”
Acıktım, yedim. Allah Rezzak’tır dedim. Cenab-ı Hak da Rezzakiyetini temaşa ile iftihar-ı mukaddesede bulundu. Buraya kadar tamam. Ama az sonra tekrar acıkıyorum… Tekrar aynı döngüye niye giriyorum? Acıkanlar ve doyanlar, doğanlar ve ölenler, sevinenler ve üzülenler, açanlar ve solanlar, patlayanlar ve çıkanlar derken kâinat bir nehir gibi neden sürekli akıyor? Neden sürekli benzer faaliyetler anbean tazeleniyor? İşte bu dehşetli sorular da gerçekten akıl almaz bir cevap istiyor. Hayretengiz faaliyeti anlamak için hayret giderici bir cevap aranıyor…
“İşte o vakit şu İkinci Remizdeki muktazîler ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi. Ve yakînen bana bildirildi ki kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelân-ı eşya o kadar mânidardır ki o faaliyetle Sâni-i Hakîm envâ-ı kâinatı konuşturuyor. Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcutları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür. Demek faaliyetten gelen harekât ve zevâl, bir tekellümât-ı tesbihiyedir.”
Tabiri caizse muhteşem bir orkestra şefi muhteşem bir sanat eseri icra ediyor. Ya da çok büyük bir yazar harika bir kitap kaleme alıyor. Vücuda layık görülen her mevcud, yaratılmaya değer görülen her varlık da bu eserdeki bir notayı, bir kelimeyi oluşturuyor. Eser sahibi muazzam olduğu için eseri de muhteşem. Bu yüzden kâinat bir nehir gibi sürekli akıyor, bir kitap gibi sürekli yazılıyor, bir nakış gibi sürekli çiziliyor. Her hareket, her iş, her olay bir kelâm olarak tesbih yapıyor. Böylece bütün varlıklar tekellümât-ı tesbihiye sırasına geçerek hikmet-i hilkatlerini ortaya koyuyorlar. Bizlere de bu muhteşem kitapta zîşuur bir harf olma imkânı bahşeden Allah’a ebede kadar hamdolsun.
“Ve kâinattaki faaliyet dahi, kâinatın ve envâının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır.”
Hem de bütün envâlar gürültü patırtı içinde değil sessizce konuşuyor ve konuşturuluyor. Yıldızların tepemizde sessizce asılı durması, çiçeklerin bize usul usul bakmaları, kelebeğin sessizce kanatlarını çırpması, dağların azametiyle ses çıkarmadan dikili durmaları, ağaçların içindeki milyonlarca faaliyete rağmen çıt çıkarmadan işlerini yapmaları…
Her şey ve her şe’n kendi vazifesini şevkle ama sessizce görüyor. Bize de hayatımızı nasıl tanzim etmemiz gerektiğine dair mühim bir ders-i hikmet veriyor. Kâinat mûsikîsinden hakkıyla ders alabilmek duasıyla…
- Hadis inkârcılarının görmek istemeyeceği alan: Sahabenin sükûtunun ikrar olması - 6 Haziran 2024
- Kastamonu Lahikası’ndan İkinci Dünya Savaşı’na bakış - 25 Mayıs 2024
- Bediüzzaman hazretlerinin fikrî bir yolculuğu - 7 Şubat 2024