Darb-ı meseller.. Bir olayı, olguyu anlatırken kullandığımız beliğ yani veciz ve yerinde sözler. Uzun uzadıya anlatabilecek, hakkında derinlemesine tafsilata girebileceğimiz konuları en kısa şekilde sunan ifadeler olan darb-ı meseller uzun süre yaşanmışlıklar ardından ortaya çıkmış, insanlar tarafından onaylanmış ve nesilden nesile aktarılagelmiştir. Bunlar arasında tek bir topluma has olan ve ona yol gösterenler olduğu gibi bütün bir insanlığa rehberlik eden evrensel özdeyişler de mevcuttur.
Darb-ı mesel gibi bazı özlü sözler de vardır ki bunlar ortak yaşanmışlık sonucu ortaya çıksa bile anonim olmayan çekirdek ifadelerdir. Yaşanmışlık sonucu ortaya çıkmasa da yaşanacaklar hususunda topluma ve/veya bütün insanlığa ışık tutan beliğ anlatımlar da vardır.
Beliğ ifadeler kıymetlidir. Bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek yerine bir dirhem balı doğrudan elde etmek gibi. Tabii zaman ahirzaman olunca darb-ı meseller gibi beliğ sözlerin kıymeti daha da artıyor. İnsanlardan –ekser insanları kastediyorum- ahirzamanın onca telaşe ve keşmekeşi içinde uzun saatler ayırıp kendilerine ilerde binler batman lezzetler kazandırabilecek ancak hazır lezzet sunmayan hakikatleri öğrenmesini beklemek çok da gerçekçi değil. Zira bu, haberleri sadece manşetten ve ona hazır sunulandan takip eden, öğünlerinde çoğu kez hazır yiyecek tüketen, kitap okumak yerine dinleyerek ya da izleyerek (kendini yormadan) hayattan ve hakikatlerden haberdar olmak isteyen çoğu ahirzaman insanından beklen-e-mez. Buradan hareketle ona öz niteliğinde olan hakikatleri adeta kapsüllenmiş bir biçimde sunmak gerekir. Ki bunun farkında olan girişimcilerden sosyal medyada kısa ve öz paylaşımları esas olan bir platform bile oluşturan var.
Şimdi gelelim esas mevzuya…
Evet özlü sözler bize lazım. Ancak uzun ömürlü ve derin anlamlı gerçeklikleri kısa ve tek solukta ifade etmenin bazen yeterli olmadığı da tecrübeyle sabit. Esasen bu yazımda biraz da bundan yani bu özlü ifadeleri bazen açmak ve tafsilatla tartışmak gerektiğinden bahsedeceğim. Buna bir örnek olması noktasında bu yazımda, “Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak ehakta ihtilaftır. Bazen hak ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen ahsenden ahsen” ifadesinin ne şekilde ve ne kadar anlaşıldığı ve de hangi kapsamlı hakikat-ler-e bir çekirdek olduğuna dair şahsi bir beyanımı dile getireceğim.
Bu ifadede hakkın ehaktan ehak olması ya da hasenin ahsenden ahsen olması mutlak değildir zira “bazen” kelimesi ile bu sınırlandırılmıştır. Aynı zamanda bunun ne zaman böyle olduğu bizim anlayışımıza havale edilmiştir. İşte bu anlayış önemlidir. Doğru bir anlayış bizi istikamete ulaştırabilecek iken yanlış yorumlamalar yoldan sapmamıza sebep olup, ehakkı ararken bizi haktan, ahseni ararken hasenden uzaklaştırabilir.
İbadet hususunda buna bir örnek verebiliriz belki. Bütün ibadetlerimizde bize rehber olan Peygamber Efendimiz’dir (ASM) ve biz onu örnek alırız. Elimizden geldiği kadar da ibadet tarzımızı her haliyle onun tarzına benzetmeye çalışırız çünkü onun ibadeti Rabbimizin en beğendiğidir. Burada dikkat etmemiz gereken nokta ise şudur: Bizler Peygamber Efendimiz’in (ASM) peygamber olması itibarıyla haiz olduğu birçok özellikten mahrumuz. Mesela ona verilen musibet, masiyet ve ibadet noktasındaki sabır kuvveti elbette bizdekiyle kıyaslanamaz. Biz her ne kadar gayret gösterirsek gösterelim –bu gayret göstermeyelim şeklinde anlaşılmasın, elimizden gelen son noktaya kadar göstermeliyiz– ibadet hususunda onun eriştiği noktaya erişemeyiz. Dolayısıyla onun ibadet tarzına bitamamiha benzemeyi “ahsen” olarak görüşümüz ve bizim de onun yaptığının aynını yapmamız gereğini düşünüşümüz bizi ideal noktaya ulaştırmaz hatta maksadımızın aksini netice verip bizi hasenden de edebilir. Aksine “olabilenin, yapabildiğimizin en iyisini” yapmak için elimizden geleni yapmalı yapamayacağımız durumları zorlayıp ye’se kapılmamalıyız.
Yine kafile olarak hareket eden insanların mahall-i maksuda ulaşmak için belli bir hızda hareket etmesi ahsen olarak görülebilir. Fakat yaradılış gereği kafilede bulunanlar aynı fiziki güçte olmayabilir. Bu durumda bizim ahsen olduğunu düşündüğümüz “belli bir hızda hareket etmek” mümkün olamayabilir. Bu hıza ulaşmayı zorlamak ise kafilenin amacına hizmet etmek bir tarafa onun tamamen dağılmasına bile yol açabilir. Bunu bilen Peygamber Efendimiz (ASM) böyle bir durumda, “En zayıfınıza göre yürüyün” tavsiyesinde bulunmuş ve bize esas ahsen yolu göstermiştir.
Bu ve benzeri örnekler çoğaltılabilir. Bunlar incelendiğinde ahsene ulaşma konusunda kilit bir noktanın farkına varabiliriz ki o da şudur: Ulaşılamayan mükemmeli istemek yerine ulaşılabilen iyiye talip olmak.
İnsanların fikir itibarıyla en gelişmiş olanları filozoflardan bu durumun farkına varanlar olmuştur. Yaşadığımız dünyada gerçekleşmesi olanaksız olan sistemleri, toplum tasarımlarını düşünmüşler, gerçekleşmesini mümkün bulmamalarına rağmen bu tasarımları yazıya dökmüşlerdir. Doğu’da Farabi, Batı’da Eflatun ve Thomas More bunlardan bazılarıdır. Farabi’nin üzerine kafa yorduğu “erdemli toplum” tasarımı her ne kadar aklımıza Asr-ı Saadet’i getirse de onun bu fikri Asr-ı Saadet’te yaşananın ötesinde bir iyinin planıdır. Ancak bu bize Farabi’nin düşündüklerinin daha sahih, daha esaslı olduğunu göstermez. Çünkü Asr-ı Saadet bir yaşanmışlık iken erdemli toplum tasarımı sadece bir düşünceden ibarettir ve hayata geçmemiştir.
Aynı şekilde Thomas More’un ütopyası da “ideal” toplumu tasarlar. Fakat ne yazık ki bu da bir tasarıdan öteye geçememiştir, geçemez. Zira bu, ahiretin tarlası ve imtihan meydanı olan yeryüzünde adeta bu dünyadan ötesinin –bir manada cennetin- yaşanmasını istemek anlamına gelir ki bu da hikmete aykırıdır. En ideal, mükemmel olan bu dünyada olamaz. Belki bu dünyada yaşanabilecek, elde edilebilecek olan bu dünya için “en iyisidir, mükemmelidir.”
Buradan hareketle kendimize bir rota çizebilir ya da rotamızın sağlamasını yapabiliriz. İstediklerimiz gerçekten de hikmet dünyasında erişilebilir istekler mi? Hedeflediğimiz şeyler ne kadar erişilebilir? Bu ibadetimizde de, ticaretimizde de, siyasetimizde de velhasılı her işimizde böyle olmalıdır. Ulaşılamaz ehak ve ahsen hedefimiz olmamalıdır zira bu bizi “en”li müspetlere ulaştıramadığı gibi ye’se düşmemize de kapı açabilir.
Ülkemizde son zamanlarda yaşanan hadisatı “bazen.. hasen ahsenden ahsen” kaidesince ele almak istiyorum. Bildiğimiz üzere yaklaşık iki ay önce ülkemiz büyük bir felaketin kıyısından döndü. Hala daha bu felaketin etkileri ya da diğer muhtemel dalgaları sebebiyle çok hassas bir zamandayız: Gerek bu felakete zemin hazırlayanların tespit edilip gerekli cezanın verilmesi gerekse puslu havadan yararlanmak isteyen fırsatçılara göz açtırılmaması noktasında hayli çaba sarf etmeyi gerektiren bir zaman diliminde. Bunları yaparken adeta kılı kırk yaran bir titizlikle olaya müdahale edilmesi, suçsuzun suçludan ayrılarak hakkının teslim edilmesi kıvamında bir adaletin ortaya konması gerekiyor. Bunu her aklı başında, vicdanlı ve samimi insan söylüyor; devlet başkanından tut en ami ve sıradan insanına kadar.
Ne var ki yaşanan birtakım adil olmayan müdahaleler neticesinde bazı çıkışlar da oluyor ki herkes buna hak veriyor. Zaten devlet de bunu “adalet yerine gelmesin” diye yapıyor değil –en azından öyle olduğuna inanıyorum ve devlet bu saikle hareket etmiyor olsa bile samimi insanlar böyle düşünüyor. Ancak zararlı olan bir şey var ki bu da yapılan bu yanlışlar üzerinden olayı sulandırmak isteyenlerin ya da –bunu istemeseler de kendi düşündükleri kıvamda –ideal- adalet tesis edilemiyor diye bu sulandırmak isteyenlerin çarkına su taşıyanların– ortaya çıkması.
Biz Müslümanlar olarak elbette suça karışmış kim varsa bunların tamamının suça iştirak oranı nispetinde cezalandırılmasını ve suçsuz olan tek bir şahsın bile ceza görmemesini istiyoruz ve bu da zaten adalet-i mahzanın yerine getirilmesi talebidir. Her Müslüman da bunu talep eder. Yalnız yine dikkat edilmesi gereken nokta bunun ne derece mümkün olabileceğidir. Evet bütün herkes ehaka ulaşmayı isteyebilir, işlerin ahsen manada neticelenmesini arzu edebilir. Ama bu ne kadar gerçekçidir ve gerçekleşebilirdir; bunun mutlaka sorgulanması gerekir. Zira ahsende inat ve ısrar etmek bizi hasenden mahrum edebileceği misillü en adaletli karara ulaşmayı arzu etmek de bizi suçu bariz olan suçluya ceza vermekten de men edebilir, adalet ararken mazlumların haklarını teslim edememekten tevellüd bizi zulmetmeye de itebilir. Ve bizim farkında olmadığımız bir durum da gerçekleşebilir.
İşi bizzat sulandırmaya çalışanların güya adalet arayışı adı altında bu işi yapmalarına bir anlam verebiliriz. Ancak geldiğimiz bu noktada kendilerinin tavizsiz istikrar çizgisine sahip olduklarını ve geçmişte –geçmiş kadrolarının hasenelerini mirasyedi modunda gasp ederek– yaptıkları olumlu hareketleri gözler önüne sererek, atlatılan son felaketin ilk saatlerinde yetkili ağızlardan yaptıkları facia denebilecek açıklamaları savuşturmaya çalışan, ardından da birçokları gibi fırtına hızıyla çark ederek felaketin “en karşısında” olan imajı verenlerin adalet arayışı noktasında ahseni aradıklarını ifade edip haseni ıskalayıp ıskalatmaya çalışmalarını hayret ve dehşet içinde izliyoruz. Geçmişte takınılan müspet tavırlar ve alınan isabetli kararlar, bugün aldıkları ve gelecekteki alacakları kararların da doğru olduğunun doğrudan garantisiymiş gibi hareket edenlerin yaptıkları hiçbir hatayı göremeyeceklerine bizzat şahit oluyoruz. Kendi içlerindeki meseleleri çözerken dahi bırakın adalet-i mahza ile hareket etmeyi izafi bir adalet ile dahi hükmedemeyen bir topluluğun devleti adil olmamakla, tam tersine zalim olmakla itham eden, bunu yaparken de özellikle istisnai yanlışlara takipçilerini büyüteçle baktıran bir yol izlemesi hiç şaşırtıcı değil.
Şimdi söz konusu veciz sözü hatırlayalım:
Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak ehakta ihtilaftır. Bazen hak ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen ahsenden ahsen.
Burada hakta ihtilafın ehakta ihtilafa sebep olduğu söyleniyor. Yani bazı meselelerde ehak için direten, ısrarcı olan hakta buluşabileceği insanlarla ihtilafa düşebilir deniyor. İnatla ahseni isteyen ekseriyetle hasen bir noktada buluşamayabilir diye ikaz ediliyor.
Hususan büyük meselelerde –mevzu ülkemizin ve İslam’ın istikbali– bu konunun ehemmiyeti daha da artıyor. Çünkü ehakta ve ahsende ısrar edenler, hak ve hasen yolunda yapılmış gayretleri görmüyor ancak güya ehaktan ve ahsenden uzaklaştıran kusurları nazara veriyor –bu kusurlar müspet çabalardan kat be kat az olsa bile. Sonuç olarak da hem kendilerini hem de kamuoyunu aldatma yoluna gitmiş oluyorlar. Haliyle “Büyük işlerde yalnız kusurları gören cerbezelik ile aldanır veya aldatır” sözünün sahibi Aziz Üstad’ın büyüklüğü de böylece bir kez daha anlaşılıyor.
Cenab-ı Hakk hepimize akıl ve feraset versin. İçinden geçtiğimiz zor zamanda daha basiretli olmayı nasip etsin. Gururumuzu okşayan ehakçı ve ahsenci tavırları takınıp aldanmayı veya aldatmayı değil hakta ve hasende ittifak edip hakikate ermeyi bize lutfetsin.
- Pragmatikve yalan - 1 Ağustos 2018
- Yatırım modeli ve FETÖ-terapi - 15 Temmuz 2017
- Müslüman neden proaktif olmalı? - 20 Şubat 2017
kırmadan, dökmeden adaletle ikazların yapıldığı bir yazı olmuş. yazarı tebrik ederim.