Câmi ile câmid olmak arasında insan
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.
Sözler, Otuz Üçüncü Söz
İnsan, birilerinin zannettiği gibi düşünen bir hayvandan ibaret değildir. İnsan, kâinata dair bütün temel bilgilerin fıtratına kodlandığı kuşatıcı bir halife-i arz sûretinde yaratılmıştır. İç dünyasındaki binler çeşit duygular, hayal gücünün sınırsızlığı, arzularının sonsuzluğu, dualarının ihatası, doğduğu andan itibaren etrafındaki her şeye karşı merakı ve onları keşif çabası gibi hâsiyetleri, bu hakikatin delillerinden birkaçıdır. Diğer hiçbir varlık mertebelerinde bu özellikler müşahede edilmez.
Arapça cem‘ kökünden türeyen, “toplayan, bir araya getiren” anlamındaki câmi kelimesi, insanın yaratılışı açısından da çok elverişli bir kelimedir. Zira insan fıtratına yerleştirilen binlerce duyu ve duyguları sayesinde kâinatta tecelli eden bütün esmâları kendinde toplayan kuşatıcı bir mâhiyet kazanmıştır.
Onun bu “mâhiyet-i câmia” olarak isimlendirilen yapısı, Risâle-i Nur’un fatihası sayılan İşârât’ül-İ’câz isimli tefsirde çok yüksek ve ince bir anlatımla şu şekilde sunulmuştur:
Cenab-ı Hak, insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esmâ-i hüsnâdan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek bir numune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.
Eğer insan maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-i örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin her birisi kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden insana da tecelli eder.
Mesela…
Kulağımız binlerce farklı desibeldeki sesleri şaşırmadan ayırt edebiliyor.
Gözümüz binlerce farklı tondaki renkleri tereddütsüz seçebiliyor.
Hayalimiz binlerce farklı olay ve eşyayı detaylarıyla kurgulayabiliyor.
Aklımız binlerce farklı mertebedeki hakikatlerin tüm inceliklerine nüfuz edebiliyor.
Kalbimiz binlerce farklı sevgi ve kemâlât çeşitlerine her şeyiyle meyledebiliyor.
Vicdanımız binlerce farklı mazlumun derdiyle aynı anda dertlenebiliyor.
Ve hâkeza…
Altıncı Söz’deki tavsifi kullanırsak, her bir duyu ve duygumuz binlerce farklı âlemin kapılarını açabilen bir “kâinat anahtarı” vazifesi görüyor.
İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede, kütüphane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hâssa-i rahmet nâzırı nerede?
Sözler, Altıncı Söz
Evet, aslında her insanda büyük bir “ehl-i keşif” olma istidâdı bulunmaktadır. Yeter ki bu çok değerli ve bir o kadar da hassas olan cihazlarını köreltmesin. Onları materyalist teorilere ya da fâni dünyanın boş heveslerine kurban verip zayi etmesin.
Eğer zayi ederse hayvan seviyesinde hatta âyetin işaretiyle ondan da aşağı bir hayata kendini mahkûm etmiş oluyor. Sonuç ise ne yazık ki şu dünyadan o çok değerli cihazlarını çürüterek göçüp gitmek oluyor.
Peki, insana nasıl muamele etmeli?
Böyle câmi bir fıtratta yaratılan insana elbette “insânî muamele” yakışır. Mesela ona sürekli “Şunu şöyle yapmalısın, bunu böyle yapmalısın…” gibi gerekli-gereksiz telkinlerde bulunmak aslında üstü kapalı olarak, onu bu câmi fıtratına zıt bir cahilliği kabullenmeye sürükler. Güya hiçbir şeyi bilemeyeceğini, aslında cahil ve yetersiz bir yapıda yaratıldığını, gerekli eğitimleri almadığı sürece hiçbir işe yaramayan boş bir varlık olduğunu ona ihsas eder. Bu çoğu zaman farkında olmadan yaptığımız gizli bir kıyımdır.
Sözgelimi modern bir anne, pedagog rehberliği olmadan çocuğuna nasıl davranacağını kesinlikle bilemeyeceğini zanneder. Halbuki annenin kalbine ekilmiş şefkat duygusu sayesinde, ona çocuğuna dair çoğu şey fıtrî olarak ilham olunur, hissettirilir. Pedagojik uzmanlık ancak bazı özel durumlarda devreye girse yeterlidir. Yoksa anneliğin tüm kontrolünü bir bilim dalının emrine vermek, fıtrat açısından kabul edilemeyecek bir haldir. Bu noktada Bediüzzaman hazretlerinin daha ilk bebeklik yıllarında kendi annesinden aldığı derin bir mânâyı aktarmak uyarıcı olacaktır. Hiçbir pedagojik formasyon görmemiş annesi Nuriye Hanım için Üstad hazretleri şunu söylüyordu:
Bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.
Lem’alar
Babalık için de aynı hakikat geçerlidir. Yeter ki kalplerinin sesini duyabilsin, onu bastıracak parazitlerden kendilerini koruyabilsinler. Ve bu arada tecrübeli aile büyüklerinin birikimlerinden de istifade ederek acemilik hatalarını en aza indirmeye gayret etsinler. Yoksa aklına her geleni, kalbine her eseni doğru sanmak ve bunları mizana vurmadan uygulamaya çalışmak da nefis ve şeytanın ayrı bir tuzağına düşmektir.
Sadede gelirsek: Fıtratına ve iradesine gereğinden çok müdahale edilen bir insan, bir süre sonra bu durumu kanıksar ve fıtratına derç edilen ilâhî dokuyu önemsemez hâle gelir. Böyle olunca da kâinatın meyvesi olan bir yaratılış mu’cizesi iken hayvanın bir üst mertebesinden ibaret basit bir canlı formuymuş gibi yaşamaya razı olur.
Elbette bu durumun çözümü insanı başıboş bırakıp nefis ve şeytanına, kötü arkadaş ve oyunlara teslim etmek değildir. Bir denge hâli gerekmektedir. Belki de olması gereken, ona temel prensipleri (Kur’an, sünnet ve onları asrımızın fehmine yorumlayan Risale-i Nur gibi tefsirlerin mizanlarını) elden geldiği kadar verdikten sonra, cüz’i olaylarla çok fazla uğraşmamaktır. Hâl ve yaşantıyla tebliğ devam edecektir. Tahakkümle değil lütufla ıslâhına çalışma yolu benimsenecektir. Yani tüm bunlar “nefis kavgası” hâline dönüşmeden “kalbin ıslâhı” yoluyla yapılacaktır.
Mesela akşam eve geç gelmiş oğluna “Nerede kaldın sen!” diye bağırarak onunla kavgaya tutuşmak nefis kavgası hâline, onu müsait bir vakitte köşeye çekip uygun bir üslupla yanlışını anlatmak hatta bu konuda onunla dertleşmek kalbin ıslâhı haline misaldir.
Sözün özü: Fıtratını ve Fâtır’ını iyi tanı
Hâsılı insan kendi hakikatini tanırsa, yaratılışının ne kadar yüksek bir mahiyet taşıdığını anlarsa, cahillik ve yetersizlik duygusu gibi komplekslerinden kurtularak mâhiyet-i câmiasının iktiza ettiği rotada severek yol almaya başlayabilir.
Elbette yeri geldiğinde (pedagoji örneğinde olduğu gibi) bilim dallarından da istifade edebilir. Onların vesilesiyle keşfolunan âdetullahın inceliklerinden pek çok fayda sağlayabilir. Ancak onların tahakkümüne giremez. Teorilerini ehl-i hakikatin mizanlarına vurmadan kabul edemez. Kabul etmesi bir mü’min açısından oldukça yanlış bir tercih olacaktır. Çünkü bilim (ve adamları) yarın farklı bir şey söyleyerek bizi yüz üstü bırakabilir ve bu bırakıştan haberleri dahi olmaz. Fakat şefkat gibi “fıtrat ayetleri”, Kur’an gibi “kitap ayetleri”, Efendimiz aleyhissalatü vesselamın “nebevî ayetleri” ve her an etrafımızda cilvelenen “kâinat ayetleri” değişmezler. Her asırda, her tabakadan insana, anlayacağı seviyeden istifade imkânı sunarlar. Cenab-ı Hak insanın izlemesi gereken rotayı binlerce yıldır ona bu yollardan göstermektedir. Hayatın her alanında, görmek isteyen herkese…
Ne mutlu nasibi olanlara.
- Bediüzzaman’ın siyaset mesleğinden iman mesleğine geçişine dair - 23 Kasım 2024
- Hadis inkârcılarının görmek istemeyeceği alan: Sahabenin sükûtunun ikrar olması - 6 Haziran 2024
- Kastamonu Lahikası’ndan İkinci Dünya Savaşı’na bakış - 25 Mayıs 2024