Şamlı Hafız Tevfik abi (Allah ondan ebeden razı olsun) diyor ki:
Üstadımın en mühim bir düsturu olan kanaate riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum.
Tevfik abi böyle diyerek neyi gösteriyordu?
Devamında da söyleyecekti zaten…
Bu hizmet-i Kur’aniyenin öyle bir kudsiyeti vardı ki “üstadın sağ kolu” olmanız dahi hiçbir şeyi garanti etmiyordu:
Üstadımın –hem de 8 senedir– hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde 8 ay kadar Nur’lardan istifade edemedim.
Evet Tevfik abi çok mühim ve bir o kadar da gözden ırak ettiğimiz bir hakikate parmak basıyordu: İnsan tek parça olmakla beraber çokların beraberliğinden oluşmuş “kompleks” bir yapıydı. Akıl, kalp, ruh, vicdan gibi latifelerinin yanında nefis, heva, his, vehim gibi cihazları da bünyesinde barındırıyordu. Dolayısıyla elbette ki hayatlarımızda “insani arızalar” olacaktı. Bu “insan” olarak yaratılma tercihinin bir neticesiydi. Fakat Şamlı Hafız Tevfik için meselenin bam teli bundan sonrasıydı. Bu “arızalı yanı” da tebrie edip “Bediüzzaman’ın sağ koluyum; her yaptığımda bir hikmet, sır, feyiz vardır” diyerek o kudsi hakikatlere çamur bulaştırabilirdi. “Hizmetin önde gelenlerindenim. Bana yapılacak eleştiri hizmete ihanet demektir” mazeretine sığınabilirdi. Ama öyle yapmadı. Ne nefsini ne de nefis kaynaklı arızalarını temize çıkardı. Hakikatın hatırını âli tuttu. Kendi nefsini yerin dibine gömdü:
Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum.
Yani “aslolan şahıs değil düsturdur!” dersini verdi bize.
Evet, hakikat böyle bir şeydi. Coğrafya olarak, cemaat olarak, şahıs olarak temellük edemiyordunuz. “Seksenlerden beri hizmetin içindeyim…” diye başlayan beylik cümlelerin bir hakikatı olmadığını anlıyordunuz. Hizmette geçirilen yıl sayısına göre hiyerarşik bir yapılanma oluşturulamayacağını görüyordunuz.
İşte Üstadına olan cismani yakınlığıyla değil bu sırra ermesiyle Şamlı Hafız Tevfik bir “hakikat adamı” oluyordu. Tıpkı Hulusi Yahyagil’in hayatı boyunca yalnız sekiz kez Üstadla görüşmesine karşılık Üstadın onun için “Nur’un birinci talebesi” demesi gibi…
Hasılı “maddi kriterleri” değil “ihlas” hakikatini merkeze alan bir hareketti bu. Bu nedenle bırakın “Üstadla birkaç defa görüşmüş abi” olmayı Üstadın bir numaralı kâtibi dahi olsanız şu acib hale duçar olabiliyordunuz:
Onun için bu Nur’ların hakikatlerinin meali benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak bana yabani görünüyor, yabani kalıyordu.
Evet, bir acib hal gerçekten de.
Bu dehşetli maddecilik asrında Risale-i Nur dairesine girebilmek ayrı bir imtihan, o daireye girip hakikatlerden istifadeyi sürdürebilmek ise apayrı bir imtihan alanıydı.
Bu kadar imtihan içerisinde de iltica edilecek merciyi göstermeden bitirmiyordu yazısını Şamlı Hafız Tevfik abi:
Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki bundan sonra Cenab-ı Hak bana o hizmete layık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyadan kurtarsın.
Ve bir hakikat erine yaraşır şekilde en mühim bir sırr-ı ubudiyet olan “dua”dan medet istiyordu:
Başta Üstadım olarak kardeşlerimden dua rica ediyorum.
Ruhuna fatihalarla…
- Hadis inkârcılarının görmek istemeyeceği alan: Sahabenin sükûtunun ikrar olması - 6 Haziran 2024
- Kastamonu Lahikası’ndan İkinci Dünya Savaşı’na bakış - 25 Mayıs 2024
- Bediüzzaman hazretlerinin fikrî bir yolculuğu - 7 Şubat 2024