Fâtır-ı Hakîm “yokluk” karanlıklarına “varlık” aydınlığı bahşederken bunu gelişigüzel bir surette irade etmemişti…
Şu şehâdet alemindeki varlık mertebelerinin en alt basamağına cansızları-madenleri konuşlandırmıştır. Bu basamakta yer alan varlığın edilgenliği en üst, etkenliği ise en alt düzeydedir. Cansız, saf maddedir. Bir derûnu yoktur. Sözgelimi bir taşın “iç dünyasında yaşadığı fırtınalı bir dönüşüm” neticesinde başka bir varlık mertebesinde karar kıldığı vâki değildir.
Sonra “sırrı bilinmez” bir eklenme olmaktadır cansızlara: Hayat. Ve evet; bitkiler. Hayatın cansız forma eklenmesiyle karşımıza çıkan ikinci varlık mertebesinde bitkiler yer almaktadır. Cansızlara nazaran etkenliğin arttığını gözlemleriz bu basamakta. “Hizmet eden”den “hizmet alan” mertebesine doğru ilk geçiş yaşanmıştır: Yerkürenin toprağı, toprağın suyu, suyun mineralleri vs… bitkilere hizmet için seferber olmuştur. Yine de zâhiren “edilgenlik” hâlen ön plandadır. Ve yine bitkilerin “derûni hisleri” olmadığı malumdur.
Ardından “hakkında bize pek az bilgi bahşedilmiş” olan ruh eklemlenir ve üçüncü varlık mertebesine geçilir: Hayvanlar. Ruhun eklenmesi varlığa tam anlamıyla bir “sıçrama” yaşatır ve edilgenlikten etkenliğe doğru çok ciddi bir geçiş yaşanır. Artık “sınırlı miktarda” korkabilen, göz yaşı dökebilen, sevincini belli edebilen bir varlık formuyla karşı karşıyayızdır. Bu yüzdendir ki insanlardan ümidini kestikten sonra hayvanların dostluğunda teselli arayan insanlarla sık sık karşılaşılır. Hayvan, ruhu vasıtasıyla insanın duygularına bir ölçüde ortak olabilmektedir. Ama yine bir şeyler eksiktir. “İrade” hala ipe bağlıdır; mesela gruptan bağımsızlığını ilan ederek tek başına göç etmeye kalkışan bir leylek görülmemiştir. Bir “derûn”da bulunmamaktadır; bir hayvanın fikirlerinden, dünya görüşünden vb. söz etmek imkânsızdır.
Ve sonra “ipin koptuğu” yere geliriz. Dördüncü ve son varlık mertebesinde öyle bir eklemlenme, öyle bir sıçrama olmaktadır ki salt akıl onu kavramaktan acizdir. O eklenen “şey” iledir ki Bedîüzzaman onun eklendiği varlık mertebesindeki insanı “çok odalı bir saray”a, İbn Arabî “uçsuz bucaksız memleket”e benzetmektedir. Bütün bir insanlık tarihi “o şey”in etrafında cereyan etmektedir. “onun sayesinde” en yüksek mertebelerin dahi üzerine çıkılabilmekte ve yine “onun yüzünden” en aşağı varlıktan dahi mahiyetçe aşağı düşülebilmektedir. Evet, iki uç arasında gerçekleşen akıl almaz bir salınımdır bu; bir yandan muazzam bir imkan, öte yandan muazzam bir risk. Müthiş bir mücadele alanı açılmıştır artık. “Bütün bir varoluşun neticesi” olmak gibi “külli vazife” yüklemiştir “o şey” insana. Üstüne üstlük gözlemlenebilen-gözlemlenemeyen bütün bir kâinatla raptetmiştir onu.
Peki, nedir o şey?
O, bana verilmiş bir “emanet”tir.
Küçük değil büyüktür.
En büyüktür hatta: “Kübra”dır.
Evet, öyle bir “emanet-i kübra” ile baş başa bırakılmışız ki hakkında binlerce cilt kitap yazılsa, gene bu dünyada hakiki hakikati meçhul kalacaktır…
- Hadis inkârcılarının görmek istemeyeceği alan: Sahabenin sükûtunun ikrar olması - 6 Haziran 2024
- Kastamonu Lahikası’ndan İkinci Dünya Savaşı’na bakış - 25 Mayıs 2024
- Bediüzzaman hazretlerinin fikrî bir yolculuğu - 7 Şubat 2024