Hacca Fransız kalmamak

Hacca Fransız kalmamak

Haccın bahusus taarüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki…

Sünuhat, Rüyanın Zeyli

Hac ibadetindeki “siyaset-i âliye-i İslâmiye” ve “maslahat-ı vâsia-i içtimaiye”yi en iyi şekilde anlamanın yollarından biri, onun düşman saflarındaki karşılığına bakmaktır. Bazen hakkıyla idrak edemediğimiz hakikatleri düşmanlarımız sarsıcı bir şekilde anlamamıza vesile olurlar.

Fransız siyaset bilimci Olivier Le Cour Grandmaison, Ennemis mortels: Représentations de l’islam et politiques musulmanes en France à l’époque coloniale (Ölümcül Düşmanlar: Fransız Kolonyal Döneminde İslam Temsilleri ve Müslümanlara Yönelik Politikalar) adlı eserinin bir bölümünde, Fransa’nın sömürgecilik döneminde Cezayir’de hac ibadetine yönelik geliştirdiği baskıcı yönetim stratejilerini inceler.

İlgili kısımda Cezayirli Müslümanların hac yolculuklarının nasıl denetim altına alındığı, haccın Fransa açısından neden bir tehdit olarak görüldüğü ve sömürge hukukunun bu noktada nasıl bir “istisna rejimi”ne dönüştüğü nazara verilir. Fransız kolonyal yöneticiler haccı sadece bir ibadet olarak değil Müslümanlar arası siyasi ve kültürel etkileşim potansiyeli taşıyan bir tehdit olarak değerlendiriyorlardı. Mekke onlar için “fanatizmin mabedi”, “nefretin ve düşmanlığın kaynağı” olarak kodlanmıştı. Cezayirli hacıların Fransa karşıtı fikirler edinebileceği, panislamist ağlarla temas kurabileceği ve siyasi bilince erişmiş kişiler olarak geri dönebilecekleri korkusu, haccın sıkı bir şekilde kontrol altına alınmasına neden olmuştu. Bu yaklaşımı açıkça dile getiren Fransız Yarbay Etienne Vilot şöyle der:

Hacdan dönen Müslümanlar, büyük bir hoşgörüsüzlük ve neredeyse saldırgan bir imanla dikkat çekerler. Dindaşları nezdinde gördükleri saygı sebebiyle kamu düzeni için bir tehdit oluştururlar. Neredeyse bütün büyük kışkırtıcılar, isyana girişmeden önce cesaret ve imanlarını İslam’ın beşiğinde tazelemeye gitmişlerdir.

Bu ifade haccın sömürgeci bakış açısından yalnızca bir ibadet değil aynı zamanda toplumsal etki ve direniş potansiyeli taşıyan bir dönüşüm süreci olarak görüldüğünü açıkça gösteriyor. 1881 tarihli bir kararnameyle birlikte hac yolculuğu bir hak olmaktan çıkarılmış, valilerin ve askeri komutanların izin verdiği takdirde yapılabilecek bir uygulama hâline getirilmişti. Hacca gitmek isteyen kişilerin en az 1.000 frank biriktirmiş olması, ailesinin “muhtaç olmadığını” kanıtlaması, vergi borcu bulunmadığını belgelemesi ve aynı şehirde oturan ve maddi durumu sağlam bir kefil göstermesi gerekiyordu. Bu prosedürler özellikle yoksul ve alt sınıf Müslümanların hacca katılımını engellemeye yönelik sistematik bir dışlayıcılık anlamına geliyordu.

Hacca gitmek isteyen kişiler öncelikle yerel makamlara başvurmak zorundadı. Ancak bu makamlar bölgeyi yöneten generalin veya valinin açık talimatı olmadan hiçbir izin veremezler. Karar yetkisi nihayetinde bu iki üst düzey görevlinin elindedir. Bu sistem ise hem idari hem de keyfi bir değerlendirme sürecini beraberinde getirir. Zira bu yetkililer başvuru sahibinin tüm ön koşulları sağlamış olmasına rağmen herhangi bir gerekçe göstermek zorunda kalmadan talebi reddedebilir.

Yönetmeliklere aykırı biçimde hacca gidenlerin dönüşte hapishaneye gönderilmeleri, “zararlı fikirlerle geri dönmüş olabilecekleri” gerekçesiyle gözetim altına alınmaları öngörülüyordu. Ayrıca yolculukları boyunca hacıların, sömürge memurlarınca belirlenen kişilerce gözlenmesi, gıda ve sağlık kontrollerinden geçirilmesi gibi düzenlemelerle adeta birer “şüpheli” gibi işlem görmeleri sağlanmıştı. 1881-1885 arasında ise hac yolculukları tamamen yasaklanmıştı.

Bu uygulamalar sömürge yönetiminin İslam’ı tehlikeli bir unsur olarak nasıl kodladığını ve dini özgürlükleri bastırmak için idari ve tıbbi gerekçeleri nasıl araçsallaştırdığını gözler önüne serer. Sömürge hukukunun temelinde “masumiyet karinesi” değil tehlike ihtimali yatıyordu. Bir Müslüman yaptıkları için değil yapabilecekleri içi cezalandırılabilir hâle gelmişti. Hacca giden bir Müslümanın döndükten sonra radikalleşeceği, “zararlı ilişkiler kurmuş olabileceği” ve “Avrupa karşıtı düşünceler taşıyabileceği” gibi varsayımlar onu potansiyel bir suçluya dönüştürüyordu.

Sözün özü Cezayir örneğinin de gösterdiği üzere sömürgeci zihniyet –Bediüzzaman’ın Müslümanlar tarafından ihmal edildiğini söylediği– hac ibadetindeki yüksek siyasete ve geniş maslahata Fransız kalmamayı gerektiriyordu. Bugün bize düşen ise Rüyanın Zeyli’ndeki o son uyarıya tüm samimiyetimizle kulak vermek ve hac ibadetindeki politik bilinçlenme boyutunu da güncel tazammunlarıyla birlikte tefekkür dünyamıza dahil etmektir: فَاعْتَبِرُو

Share

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.